The Big Chance | Büyük Fırsat |
| |
He wasn’t the kind to pick a secretary by the color of her hair. | O bir sekreteri saçının rengine göre seçecek türden değildi. |
Not Bill Hargrave. | Bill Hargrave değil. |
Both Paula and Nancy had been smart enough to know that. | Hem Paula hem de Nancy bunu bilecek kadar akıllıydılar. |
And for some time everyone in the office had known that one of them, Paula or Nancy, was going to get the job. | Ve bir süredir ofisteki herkes içlerinden birinin, Paula ya da Nancy’nin işi alacağını biliyordu. |
In fact, the decision would probably be made this afternoon. | Aslında karar muhtemelen bu öğleden sonra verilecekti. |
Hargrave was leaving town and wanted to settle the matter before he left. | Hargrave şehirden ayrılıyordu ve ayrılmadan önce meseleyi çözmek istiyordu. |
The two girls could see him from their desks outside his office. | İki kız onu çalışma odasının dışındaki masalarından görebiliyorlardı. |
Maybe it was only some correspondence that he was looking at with cool, keen eyes. | Belki de soğukkanlı ve keskin gözlerle baktığı sadece bazı yazışmalardı. |
But for a moment his finger seemed to pause above those two efficient little pushbuttons. | Ama bir an için parmağı o iki küçük kullanışlı düğmenin üzerinde durur gibi oldu. |
If he pressed the left one, it would be Paula’s pulse which would begin to beat faster. | Eğer sol tuşa basarsa Paula’nın nabzı daha hızlı atmaya başlayacaktı. |
Paula couldn’t keep her eyes off that light on her desk. | Paula gözlerini masasındaki ışıktan alamıyordu. |
She kept making mistakes in her typing and nervously taking the sheets of paper out in order to start all over again. | Daktilo yazarken sürekli hatalar yapıyordu ve her şeye yeniden başlamak için endişeyle kağıtları çıkarıyordu. |
She leaned across her typewriter and said to Nancy, “The boss is all dressed up today. He must be going on a special trip.” | Daktilosunun üzerinden eğildi ve Nancy’ye, “Patron bugün giyinmiş. Özel bir geziye gidiyor olmalı” dedi. |
She was just talking to relieve her nervousness. | Sadece gerginliğini gidermek için konuşuyordu. |
Nancy took her time about answering. | Nancy cevap vermekte acele etmedi. |
She wasn’t used to having Paula talk to her in such an intimate tone. | Paula’nın, kendisiyle böyle samimi bir ses tonuyla konuşmasına alışkın değildi. |
Not since they’d learned a month ago that they were both in line for a promotion, for the important job as Bill Hargrave’s secretary. | Bir ay önce her ikisinin de Bill Hargrave’in sekreteri olarak önemli bir iş için terfi almaya aday olduklarını öğrendiklerinden beri yoktu. |
“He does look nice.” | “Hoş görünüyor.” |
Hargrave was young and outside of office hours he was said to be human. | Hargrave gençti ve mesai saatlerinin dışında insancıl olduğu söylenirdi. |
But that wasn’t why he’d gotten to be one of the important officials of the company until they saw him one day in one of the top executive positions. | Ancak bir gün onu üst düzey yönetici pozisyonlarından birinde görene kadar şirketin önemli yetkililerinden biri haline gelmesinin nedeni bu değildi. |
The two girls saw him get up from his desk and walk to the doorway of his office. | İki kız, onun masasından kalkıp çalışma odasının kapısına doğru yürüdüğünü gördü. |
He stood there with one hand in a pocket of his blue flannel suit. | Bir eli mavi flanel takımının cebinde, orada duruyordu. |
There was a small white flower in his buttonhole and the usual keen, unrevealing smile on his face. | Düğme iliğinde küçük beyaz bir çiçek ve yüzünde her zamanki keskin, belli etmeyen gülümseme vardı. |
“Did you send for the tickets?” he asked Nancy. | “Biletleri aldın mı?” diye sordu Nancy’ye. |
“I got the tickets all right,” she answered, “but …” and she tried to smile in the same hard way the boss did. | “Biletleri aldım,“ diye yanıtladı, “ama… ve patronun yaptığı gibi sert bir şekilde gülümsemeye çalıştı. |
She looked about as hardboiled as a white kitten. | Beyaz bir kedi yavrusu kadar sert görünüyordu. |
“But there just aren’t any staterooms to be had,” she told him. | “Ama ayırtabileceğimiz hiç özel kompartman kalmamış,” dedi ona. |
“Not for love or money.” | “Hiçbir şekilde bulamadım.” |
The boss was certainly disappointed. | Patron kesinlikle hayal kırıklığına uğramıştı. |
Anybody could see that. | Bunu herkes görebilirdi. |
“Suppose I try it?” Paula suggested quickly. | “Onu ben denesem?” diye çabucak bir teklifte bulundu Paula. |
And for the next ten minutes, half the office employees could hear Paula telling the ticket agent exactly what she thought of him. | Ve sonraki on dakika boyunca ofis çalışanlarının yarısı, Paula’nın bilet satış görevlisine kendisi hakkında ne düşündüğünü söylemesini duydu. |
“Listen,” she said, “I don’t care whose reservations you have to cancel…” | “Dinleyin” dedi, “Kimin rezervasyonunu iptal etmeniz gerektiği umurumda değil…” |
Well, the job was worth going after. There was the salary, for one thing. And there was the prestige. | Eee, iş peşinden koşmaya değerdi. Bir kere maaşı iyiydi. Ve saygınlığı vardı. |
The boss’s secretary knew a great deal about the business. | Patronun sekreteri, işler hakkında çok şey bilirdi. |
And there were the interesting people she got to talk to. The important people. | Ve konuşabileceği ilginç insanlar vardı. Önemli insanlar. |
And the boxes of perfume, flowers, and candy they often left on her desk. | Ve sık sık masasına bıraktıkları parfüm, çiçek ve şeker kutuları. |
And there was Bill Hargrave for a boss. | Bir de patron olarak Bill Hargrave vardı. |
Young and clever and attractive. | Genç, akıllı ve çekici. |
That was a factor, too. | Bu da bir etkendi. |
Because in the advertising business you called the boss “Bill,” and he called his secretary “Nancy” or “Paula” and took her to dinner on the company expense account. | Çünkü, reklamcılık işinde patronuna “Bill” diye seslenirdin, o da sekreterine “Nancy” veya “Paula” derdi ve onu şirket giderleri hesabından ödenen akşam yemeklerine götürürdü. |
It was all strictly business, but it seemed intimate and informal. | Tamamen iş amaçlıydı ama samimi ve gayri resmi görünürdü. |
Both Paula and Nancy knew about those dinners. | Hem Paula hem de Nancy o akşam yemeklerini biliyordu. |
Bill had tried to be fair. | Bill adil olmaya çalışmıştı. |
He would ask Paula to stay one night, and it would be Nancy’s turn the next night. | Paula’dan bir gece kalmasını isteyecekti ve bir sonraki gece sıra Nancy’ye gelecekti. |
But Paula had been smart. | Ama Paula akıllı davranmıştı. |
She had soon learned how impersonal Bill Hargrave could be, even at those intimate dinners. | Çok geçmeden Bill Hargrave’in o samimi akşam yemeklerinde bile ne kadar kişiliksiz olabileceğini öğrenmişti. |
About as personal as one of those advertisements that says, “This means you.” | Neredeyse “Bu sensin“ diyen reklamlardan biri kadar kişisel. |
And she saw how much harder to please he was during the overtime hours- more irritable, more inclined to be critical in his manner. | Ve fazla mesai saatlerinde onu memnun etmenin ne kadar zor olduğunu gördü; daha asabiydi, tavrını eleştirmeye daha yatkındı. |
So when Nancy had said, “I don’t mind staying nights, really. I know Paula usually has a date. She’s popular with the men…” well, Paula had been glad to let it go at that. | Nancy şöyle demişti: “Aslında geceleri burada kalmamın bir sakıncası yok. Paula’nın genellikle randevusu olduğunu biliyorum. Erkekler arasında popüler…” Paula bu işin peşini bırakmamaktan memnundu. |
She’d been quick enough to see that neither of them was going to get the job simply on a basis of physical attractiveness, and she was right. | O her ikisinin de işi yalnızca fiziksel çekiciliğe dayanarak alamayacaklarını anlayacak kadar hızlı davranmıştı ve haklıydı. |
Paula didn’t need any lessons when it came to office politics. | Konu ofis siyaseti olduğunda Paula’nın herhangi bir derse ihtiyacı yoktu. |
She was the one who was always busy when someone of little importance in the office wanted his material typed. | Ofiste pek önemi olmayan biri, materyalinin daktilo edilmesini istediğinde her zaman meşgul olan oydu. |
“Sorry, but it’s impossible, Jack. Why not ask Nancy?” | “Üzgünüm ama bu imkânsız Jack. Neden Nancy’ye sormuyorsun?” |
And they did ask Nancy. | Ve onlar Nancy’ye sordular. |
It left Paula free to do Bill Hargrave’s work in a hurry. | Bu Paula’ya, Bill Hargrave’in işlerini daha acele yapma özgürlüğünü getirdi. |
She was never too busy for Mr. Bill’s work. | O, Bay Bill’in işleri için asla çok meşgul değildi. |
When Hargrave finally pressed one of those buttons it was at Paula’s desk that the light went on. | Hargrave en sonunda şu düğmelerden birine bastığında, Paula’nın masasında ışık yanıyordu. |
She started to make a grab for her notebook, but she quickly took out her mirror first. | Not defterini almaya çalıştı ama önce hemen aynasını çıkardı. |
Then she grabbed up her notebook and an envelope that was on her desk. | Daha sonra masasının üzerindeki not defterini ve zarfı aldı. |
As for Nancy, what else could she do but sit there with her pretty blonde head bent over her typewriter? | Nancy’ye gelince, güzel sarı kafasını daktilosunun üzerine eğmiş halde orada oturmaktan başka ne yapabilirdi ki? |
Nancy was a natural blonde, and that seemed the best way to describe her. | Nancy doğal bir sarışındı ve bu onu tanımlayabilecek en iyi ifadeydi. |
She just didn’t seem to know any tricks such as Paula did for making herself more popular with the boss. | O sadece, Paula’nın kendini patronun gözünde daha popüler kılmak için başvurduğu hilelerin hiçbirini biliyor gibi görünmüyordu. |
The moment Paula got inside Hargrave’s office he asked about that stateroom. | Paula, Hargrave’in ofisine girer girmez o kompartmanı sordu. |
“Any luck, Paula?” | “Hiç şans var mı, Paula?” |
Paula wasn’t dumb. | Paula aptal değildi. |
It was the little things that would count with Mr. Bill. | Bay Bill için önemli olan küçük şeylerdi. |
Orchestra seats at the theater when an important client was in the town and the show was sold out. | Önemli bir müşteri şehirdeyken ve gösterinin biletleri tükendiğinde tiyatroda orkestra koltukları. |
Or a stateroom when there were “no staterooms to be had for love or money.” | Veya “ayarlanmasının mümkün olmadığı” bir zamanda bir kompartman. |
She handed him the envelope. | Ona zarfı uzattı. |
It contained the two sets of tickets. | İçinde iki kişilik bilet vardı. |
“That’s your stateroom number on the outside,” she said in a businesslike way. | “Bu dışarıdaki kompartmanınızın numarası,” dedi ciddi bir ifadeyle. |
She had on a blue flannel suit something like Bill’s, and it was clear he thought she looked pretty smart in it. | Üzerinde Bill’inkine benzeyen mavi bir flanel takım vardı ve onun içinde oldukça şık göründüğünü düşündüğü açıktı. |
“Don’t forget the time,” she added, “eight-fifteen.” | “Saatini unutmayın” diye ekledi, “sekiz-on beş.” |
Hargrave smiled. “So there were no staterooms for love or money, eh?” | Hargrave gülümsedi. “Güya kompartman ayarlamak mümkün değildi, ha?” |
He looked again at the number of his stateroom and he put the envelope carefully in his inside pocket. | Kompartmanının numarasına tekrar baktı ve zarfı dikkatli bir şekilde iç cebine koydu. |
Then he told her. | Sonra ona söyledi. |
She was going to have a new job. | Yeni işi o alacaktı. |
He mentioned the salary, too. | Maaştan da bahsetti. |
He didn’t neglect to mention the salary. | Maaştan bahsetmeyi ihmal etmedi. |
She took it just right- in a very businesslike manner. | Bunu çok doğru bir şekilde ele aldı; oldukça ciddi bir tavırla. |
Just enough of gratitude. | Sadece yetecek kadar bir minnettarlıkla. |
And then, the old sportsmanship. | Ve sonra eski sportmenlik. |
How sorry she felt about Nancy. | Nancy için ne kadar da üzülüyordu. |
She didn’t look sorry. | Üzgün görünmüyordu. |
And neither did Bill. | Bill de öyle. |
He told her it was okay, that she shouldn’t worry about Nancy, that Nancy wasn’t made for the job anyway, and that besides, he and Nancy were leaving on their honeymoon tonight. | Ona sorun olmadığını, Nancy için endişelenmemesi gerektiğini, zaten Nancy’nin bu iş için yaratılmadığını ve üstelik kendisinin ve Nancy’nin bu gece balayına gideceklerini söyledi. |
Tonight at eight-fifteen. | Bu gece sekiz on beşte. |
| |
Frederick Lang | |